Sunday, April 18, 2021

mübahisə

 Məncə... müzakirənin 3-4 məqsədi olmalı, 1i xüsusilə olmamalıdır. 1 qarşıdan nəsə öyrənmək 2 qarşıdakına öyrətmək, fikrini dəyişdirmək. müzakirə etmək özü düşünməkdir. səsli, yazılı arqumentasiya ən yaxşı düşünmə metodudur. ona görə, bir şeyi öyrədəndə (bax müəllimlik) insan daha çox şey öyrənir. 3 müzakirə ictimai xarakter daşıyırsa propaqanda dəyəri var, burada auditoriyanın gözündə debatı udmaq məqsədi güdür.

olmamalı olan isə, qarşıdakını alçatmaq, neprav çıxarmaq, özünü göstərmək, eqo tətmini. məhsuldar deyil. heç nə qazanmır insan. yaradıcı əməklə eqonu tətmin etmək varkən, həmsöhbətini əzməkdən ləzzət almaq psixoloji problemlərdən, minimum başqa şeyin ağrısını burda çıxarmaqdan xəbər verir.

mübahisə ilə müzakirə arasındakı fərqə gəldikdə isə, qızğın müzakirələr ilə mübahisə arasında sərhəd çox da qalın deyil. ona görə, təhqirə keçmədən (ki, təhqirlə tənqidin arası da elə açıq deyil) həqiqəti axtarmaqdırsa məqsəd, bir az davaya razı olmaq lazımdır.

Tuesday, June 12, 2012

kumandareasın kula romanı

yunan yazar menis kumandareas kula isimli bir kitaba sahip. ama roman dediysem … hikaye. başta sürçe lisan edip roman demişiz. affola. hafif siklet hem sayfa sayısından hem de hikayenin dolgunluğundan. hikaye. bir kaçamak olayı. çok kısa sürüyor. rütine dönüşmüş hayatı kısa süreliğine yırtıp atıyor kula. kısa süreliğine. halbuki okuyucu için bu kaçamağın tadını çıkarmak için, kulayı ve çapkın çocuğu tanımak için, düştükleri tutkuyu, çelişkiyi adam gibi anlamak için bolca bir anlatım lazımdı bence. bir nefeste okudum. sürükleyiciydi. belki beklentimin çok yüksek olmasından kitap beni çok etkilemedi.
sahnelerden birinde atina sakinlerinin savaş korkusundan bahsediyor. trenin elektriği kesilince kalabalık, karanlık içinde savaştan kalan korkunun hofuyla paniğe kapılmaya başlıyor. hangi savaş diye merak ettim. osmanlıya karşı verilmiş savaş olabilir, ikinci dünya savaşı olabilir diye düşündüm. kitap 1975de yazıldığına göre ikinci dünya savaşı olmalıydı. ikinci dünya savaşında atinada neler olmuş diye internete gözatıverdim. meğerse şehir faşistlerden çok acılar çekmiş. nazi almanyası atinayı işgal ediyor, mussolini beceremeyince. işgal sonrası şehirde büyük bir açlık başlıyor. insanlar açlıktan sokakların ortasında ölüyorlar. aylarca. o korku bu korku olsa gerek.
makaleyi okurken başka bir şey daha ilgimi çekti. bir geminin trajik hikayesi. savaşta tarafsız olan türkiye gemisinin, kurtuluş s.s.in atinaya yiyecek götürmesi. seferlerinden birinde kurtuluş marmara denizinden batıyor. bir belgeseli ve öyküsü var kurtuluşun.

Tuesday, July 21, 2009

Canli Bir Tanik, Araz Zeyniyev: Bunlar İkiyüzlü Değil, Bin Yüzlü Kristallerdir

Bu yazı BirGün gazetesinde "Türkiye Siyasetinde Fethullah Gülen Gerçeği" dizisi kapsamından yayınlanmıştır.

Nurcular, topluluk olarak, duruma göre davranma anlayışını ahlaksızlık olarak görmez. Bu, amaca ulaşmak için izlenmesi gereken bir yoldur. Kişisel ilişkilerde Nurcular, çok cana yakın, açık insanlardır, ancak Nurcu olmayan insanlara karşı ihtiyatlı davranırlar

Araz Zeyniyev, Azerbaycan’da Gülen Cemaati içerisine girmek zorunda kalmış bir kişi. şu an kendisi Hollanda’nın Groningen Üniversitesi’nde Moleküler Mikrobiyoloji dalında araştırma görevlisi olarak çalışıyor. Nurcularla birlikte yaşadığı dönemden gazetemize bir kesit sunan Zeyniyev, isminin açıklanmasında bir sorun görmedi. Kendi ismini saklasa da isterlerse onu her şekilde bulabileceklerini düşünüyor.

»Cemaatle ne zaman ve ne vesileyle tanıştınız?
1993’te Nahcivan, Azerbaycan’da açtıkları Özel Türk Kolejinde okumak için sınavlara girdim. Böylece kendilerini ‘hizmet’ diye isimlendiren nurcularla tanıştım. Kendilerini ‘nurcu’ diye anmayı tercih ederim.

»Cemaatle ilişkiniz kaç yıl sürdü?
Yaklaşık 4 sene sürdü…

»Işık evlerine gittiniz mi?
Nurcular kendileri bu evleri ‘ışık evleri’ değil, ‘hizmet evleri’ diye anarlar. Evet, bu evleri çok gördüm ve kesintisiz olarak yarım yıl gibi bir süre yaşadım. Hizmet evleri dışında ana mekânları okul yurtlarıdır. Ben daha çok bu yurtlarda kaldım.

»Nasıl bir örgütlenme stratejisi izliyorlardı?
Her evde bir ‘abi’ vardır. Bu abiler de mahalledeki ‘bölge imam’larına hesap verirler. İmamların üstünde daha ‘büyük abiler’ dedikleri insanlar vardır. Bu insanlar genellikle yerli esnaftır. Bu insanlar maddi destekte bulunurlar. Daha yukarısını çok bilmiyorum. En başta malum insan var tabii. Okullarda da örgütlenme benzerdir. Yurtlarda ‘belletmen’ denen ‘abi’ler vardır.

»Cemaat içinde ve dışında tarzları farklı mıydı?
Ben Nur cemaatini topluluk olarak şöyle tanımlarım: İkiyüzlü değil bin yüzlü kristaller. Ve bu duruma göre davranma anlayışını topluluk olarak ahlaksızlık olarak görmezler. Bu amaca ulaşmak için izlenmesi gereken bir yoldur. Kişisel ilişkilerde nurcularla çok cana yakın, açık insanlardır. Ama nurcu olmayan insanlarla çok ihtiyatlı davranırlar.

»Siyasi partilerle ilişkileri var mıydı?
O zamanlar belirli bir partiye organik bağları olduğunu izlenimi edinmemiştim. Ancak şöyle bir genelleme yapmak mümkündür. Nurcular sağ, milliyetçi, tutucu parti sempatizanlarıdır. Siyasi anlayışları pasiflik olduğu için organik bağdan kaçınırlar. Öte yandan AKP’nin çıkışı ile birlikte bu partiyle güçlü bağları olduğunu kimseye sır olmadığını düşünüyorum.

»O evlerden yetişen gençler için iş imkânı, kariyer planı gibi olanaklar var mıydı?
Nurcular için en büyük ‘sevap’, iyi bir Nurcuya iş imkânı sağlamaya çalışmaktır. Dershane, okul, üniversite, yurtlarında çalışanlar büyük çoğunlukla iyi Nurculardır. Mesleki yetenekleri çok önemli değildir. İyi bir nurcu olması en önemli kriterdir. Onların deyimi ile ‘mübarek insan’ olması önemlidir.

»Maddi kaynakları neydi? Öğrenci cemaati içinde ekonomi nasıl sağlanıyordu?
Önce de belirttiğim gibi ana kaynağın geleneksel tutucu, dindar dünya görüşüne sahip esnaf olduğunu düşünüyorum. Ama büyük kaynak sağlayan çok büyük iş adamları da var. Bir de para toplama toplantıları vardır Nurcuların. Olimpiyatlara katılan, başarılı öğrenci adıyla beni lisedeyken böyle bir toplantıya götürmüşlerdi. İlk önce uzun uzun Nurcuların yaptığı hizmetlerin ne kadar kutsal olduğundan dem vurulur, sonra da bahşişler toplanır. Evinin, pahalı arabasının anahtarını verenlerin hikâyesini duydum.

»Özellikle üniversite seçiminde seçtikleri bir okul var mı?
Özel bir üniversite seçip oraya toplanmak istediklerini zannetmiyorum. Amaçları en iyi üniversitelere gitmektir. ODTÜ, Bilkent, Boğaziçi bu durumda gözdeleri olmakta… Ama Bilkent’te çok Nurcu olduğu anlatılır. Onun için Bilkent’in isminin Nurkent olarak değiştirmek gerektiği esprileri yapılır.

»Daha sonra cemaatle bağlarınızı niye kopardınız?
Hayat felsefeme, dünya görüşüme tamamen ters olduğu için. Ben Nurcuların içine iyi eğitim amacıyla girmiştim. Sovyetler Birliği ile Azerbaycan`ın çöken eğitim sisteme çok iyi bir alternatifi olarak görülüyordu. Hem Türkiye’den gelen nerdeyse aynı dili konuştuğumuz insanlardı bunlar. Ama kısa bir zaman sonra amaçlarının eğitimden çok dini, özelinde Nurculuğu yaymak olduğunu gördük. Eğitim sadece bir kamuflajdır. Daha sonra ücretsiz eğitim olanağı sağladıkları için içlerinde kalmak durumunda kaldım. Yaklaşık birinci seneden sonra buranın benim için iyi bir yer olmadığını düşünmeye başlamıştım, ama maddi olanaksızlıklar dolayısıyla nurcuların içinde kalmaya zorlamıştım.

»şimdi o geçmişinize dair neler hissediyorsunuz?
Hayatımın boşa geçirilmiş anlamsız yıllarından öte değil. Oysa çok güzel, içten insanlar da tanıdım.

»Anlatmak istediğiniz özel bir anınız, paylaşmak istedikleriniz varsa anlatır mısınız?
Biyoloji olimpiyatlarına katılmak için 3-4 kişilik bir grupla biyoloji öğretmenimizin gözetimi altında sınavlara çalışıyorduk. Bir gün öğretmen şöyle bir soru sordu, ‘Evrim hakkında ne düşünüyorsunuz.’ Biz de hepimiz bir ağızdan telaşla ‘Hocam, öğreniyoruz ama inanmıyoruz’ cevabını vermiştik. Bu genel olarak Nurcu düşünce tarzını yansıtır. Başarılı olmak adına prensiplerinden çok kolayca vazgeçebilirler. Başka türlü görünmekte pek bir sorun yoktur.

Saturday, May 16, 2009

<>

devlet tarafından atanmış bir kurumun internet üzerinde kimin hangi bilgiye ulaşıp ulaşamayacağına karar vermesi insan haklarına aykırıdır. (eksisozluk)

Sunday, November 16, 2008

Agape mi eros mu?


Son zamanlarda bir arkadaşımdan arakladığım film arşivinden rastgele, ismi hoşuma giden yada tanıdık gelen yönetmenlerin filmlerini izlemeye başladım. Ve izleyip sonra üstüne bir iki laf etmek geldi içimden. İşte başlıyorum.

L' Amour à mort, yönetmeni Alain Resinais olan bir fransız filmi. Fransızca bilmeye gerek yok, filmin adı aşk ve ölüm. Sıradışı bir film. Arada yağan karımsı nesnelerle bölünmüş "ilahi" bir aşk hikayesi. Aşkı, hayatın anlamını sıkça sorgulamaya başladığım bu günlerde ruhi haliyeme cuk diye oturdu bu seyir. Düşündürdü dolayısıyla.

Aşkı için hayatından vazgeçen bir kadın. Bütün filmi böyle özetlerdim ben. Yada soru şekline çevirelim bunu? Aşkı için insan hayatından vazgeçer mi? Ve bu ne kadar anlamlı? Filmde şöyle bir diyalog geçiyor. Bible uzmanı olan arkadaşımız, agape ve eros kelimelerinin köklerine dair bir maruze veriyor. Diyor ki, iki türlü aşk vardır, daha doğrusu yunancada aşk için iki kelime vardır: agape yani karşılıksız aşk, onun için aşk, kendimiz için değil. bir de eros, ki kendisi karşılıklı aşk anlamına gelmektedir. Ancak günümüze gelen İncillerin kaynağı latin dilleri olduğu için sadece eros kelimesi kalmıştır, çünki agape için karşılık yoktur latin dillerinde. Oysa gerçek aşk, incildeki aşk, tanrıya aşk agapedir, eros değil. İşte filmimizin kahramanı, adı lazım değil, agape yaşamaktadır.

Ben öyle düşünmüyorum arkadaş. İnsan bencil varlıktır, ego denen bir şey vardır. Başkası için sevemeyiz. Kendimiz için severiz. Tıbbi olsun, ruhsal olsun nerden bakarsan bak sağlıklı olan kendimiz için sevmemizdir. Sadece sağlıklı olan değil, gerçek olan da budur. Sadece abartıp sevdiğin kişiyi kendi egonun altına sokmaya çalışmayacaksın. Onun kendisi gibi seveceksin.

Filmin kousunun dışına çıktık galiba. Biraz dağınık oldu ama idare ediverin işte.

Sunday, May 25, 2008

Avroviziya və Azərbaycan


Azərbaycan dilində doğru adı Avroviziya olan ama insanların Eurovision şəklində istifadə etməyi tərcih etdiyi yarışda bu il, 2008də Azərbaycan 8nci oldu.
Avropada bir çox insan bəlkə də ilk dəfə duydular Azərbaycan adını. Yaxşı bəs indi nə düşünürlər bu ölkə haqqında? O musiqi ilə necə bir ölkə oluduğunu, necə bir mədəniyyət olduğunu təsəvvür edirlər sizcə? Cavab belədir: Özünün çox bir dəmdəsgahlı müsiqi gələnəyi olmadığı üçün Batı musiqisindən toplamağa çalışdığı şeylərlə özünə bir tərz quraşdırmağa çalışan musiqi, mədəniyyət.
Onun üçün Azərbaycan bu yarışda ilk dəfə qatılıb 8nci olduğu üçün qürur duymaqdan çox uzağam. Mahnın ilk duyduğumda istəmsiz reaksiyam üzümü turşutmaq oldu. Mənim musiqi zövqümə heç cür xitab etməyən bir mahnıdır Day after day. Təbii ki, bu zövq kimi subyektiv səbəbdən ötürü deyil narazılığım. O səhnədə Azərbaycan bir kültür olaraq təmsil olunur, olunmalıdır. Sizcə bu mahnının sözlərinin, melodiyasının, dekorasiyasının harası Azərbaycanı təmsil edir? Güya əsər muğam ladında imiş. Musiqişunas deyiləm, onun üçün elə bir dərin analiz eləməyə qadir deyiləm. Ancaq sıravi bir dinləyici olaraq orada muğam adına heç bir şey eşitmirəm mən. Avroviziyadaki o göstəriyi Azərbaycanı təmsil etdiyini bilmədən baxan Azərbaycan musiqisindən, mədəniyyətindən xəbəri olan heç kim o göstərinin Azərbaycana aid olduğunu təxmini apara bilməz.

Avropalılara xoş görsənmək üçün, sadəcə üçüncülük beşincilik almaq naminə min cür hoqqabazlıqdan çıxıb Azərbaycanla əlaqəsi olmayan səfeh şeyləri oraya çıxarmaq Azərbaycan kültürünə heç bir xeyir verdiyini düşünmürəm. Öz kültüründən qaynaqlanmayan, vüsət almayan heç nə o kültürü təmsil etmir. Azərbaycan musiqisi bügünkü pop musiqisi kirliliyinə belə baxmayaraq yenə də avrovizyadaki mahnıdan milyonlarca qat irəlidədir.

Digər bir tərəfdən, Avroviziya onsuz da səfeh və keyfiyyətsiz pop musiqisi ilə doludur. Birinci olan Rusiyanın mahnısını heç bir dəfə axıracan dinləmə hövsələsi göstərə bilmədim. Mor və ötəsinin yeddinci olan "Dəli" mahnısı bir çoxundan gözəl və anlamlı mahnıdı. Türkiyəni təmsil edir mi? Heç cür etmir. İllər öncə 1997də Türkiyəyə üçüncülük gətirən Şəbnəm Pakerin Dinlə çox gözəl edir misal olaraq. Orada saz var, ney var, darbuka var, doğu musiqisi var. Amma "Mor və ötəsi"nin tərzi elə çaldıqları musiqidir. Avroviziyada bir yerlər tutmaq naminə öz tərzlərindən vaz cayıb dimstak pop müsiqisi ifa eləmədikləri üçün də alqışlayıram onları.

Sunday, May 18, 2008

Milliyetçilik öldürür mü?

Taraf olmayan betaraf olur

ODTÜdeki ilk yıllarımda milliyetçiyim dediğimde bırakın solcuları, hayatının anlamı altına pahalı bir araba çekmek olan apolitikler tarafından bile dudak bükülerek karşılandığını farkettim. Çünkü Türkiyede milliyetçinin prototipi ülkücüydü. Buna karşı basit bir açıklama ile yetinmeye çalışıyordum: Azerbaycandaki milliyetçilik Türkiyedekinden çok farklıdır. Peki ne kadar farklıdır? Nedir farkı? Nedir ki bu milliyetçilik? İşte burada milliyetçilik hakkında bugün neler düşündüğümü yazacağım.

Bir milleti tanımlayan en önemli öğe dildir. Onun kadar önemli olanlar mutfak, dans, müzik ve diğerleridir. Dolayısıyla aynı dili konuşan topluluğa millet denir gibi çok genel bir tanım geçerli diyebiliriz. Peki milliyetçi kimdir? Milletini sevene milliyetçi denir gibi saf bir tanımla yetinmek saçmalık olur. Herşey zıttıyla tanımlanır. Yani milliyetçilik neye karşı mücadele verir? Milliyetçinin amacı milletini bir güçlü devlet altında toplamak ve neyin pahasına olursa olsun onu korumak. Saf biri için güzel sesleniyor. Peki karşıdaki kim, kime neye karşı mücadele veriliyor? Kimdir düşman? İşte bu soruyu sormaya başlayınca hey şey değişiyor. Komunistler mi? Ne yazık ki değil. Kapitalizm mi? Hiç değil. Emperyalistler mi? Bir nebze öyleydi yada oluveriyor zaman zaman. Milliyetçinin asıl düşmanı öteki milliyetçidir. Sadece öteki milletin milliyetçisi değil, topyekün bütün bir millet. O milletin mensubu her insan. Genellikle de yanıbaşında olan birisi. Yani milliyetçilik temelinde başka bir kültüre, öteki insana karşı yönelmiş bir ideolojidir. Ona nefret üzerine kuruludur. Onu ezmeye, yoketmeyi amaç edinmiştir. Bunu gözlemek çok kolaydır. Biraz kenara çekilip uzaktan izleyebilmek gerek sadece.

Bugünkü Türk milliyetçiliğinin ana konusu nedir? Ermeni ve Kürt düşmanlığı. Açın herhangi bir milliyetçi veb sayfasını ilk sayfadan göreceksiniz herşeyi. Gelecek için ne vaat ediyor? İnsanların aydınlanması, daha onurlu bir hayat için, yeni bir üretim tarzı, ilişkileri için yeni aletlerden bahsediyor mu? Hayır. Tek bahsettiği herkesin Türkleştirilmesi gerektiği. Nasıl? Tabii ki zorla. Kürtlere “dağ Türkleri” diyerek işe başlanır. Dilleri biraz sorun olacak ama olur o da zamanla.

Azerbaycandaki Türk milliyetçiliği ne diyor? Türkiyedeki abisini var gücüyle taklite çalışıyor. Ama Türkiyedeki Türk milliyetçiliğinin çok önemli bir öğesi, İslam dini burada yok denecek kadar azdır. Onun için belki biraz daha ilericidir. Türk milliyetçiliği daha yobazdır bu anlamda. O kadar ki, Türk olmasına rağmen Türk aleviler bile sevilmezler. Çünkü Türk milliyetçiliği sünnidir. Alevilik solculukla eşittir Türkiyede.

Azerbaycan denen coğrafyanın geçirmiş olduğu Rus çarlığı, Sovyet emperyalizmi süreçlerinin sonucu ve de Türkiyedeki gibi köklü, asırlar süren Osmanlı gibi İslam yayan bir din devletinin olmaması sonucu dinin önemi azdır. Boşuna Azerbaycan İslam dünyasının en layik kültürü olarak tanımlanmıyor. Ne kadar ilericidir? Türkiye milliyetçiliğini abi saydığı için zaten çok ileri gidemez. Azerbaycan Türk milliyetçiliğini ana konusu Ermeni, Fars ve Rus düşmanlığıdır. Arada bir Kürt narası da atılıyor. Ne vaat ediyor gelecek için? Karabağı geri alınacak, bir de Turan kurulacak. Turan neden gerekli? Çünkü “Türkün Türkten başka dostu yoktur” ve güçlü devlet olmadan Türkler yer yüzünden silinecektir. Madem milleti tanımlayan öğeler dil, din, dans, mutfak, müzik ve başkaları ise, nedense benim milli dansım hiç mi hiç Özbeğinkine benzemiyor. Nevşehirdeki Türkün dansına da hiç benzemiyor. Ama Gürcününkü, Ermeninki ile fırt demiş burnundan düşmüş. Milliyetçinin cevabı hazır: Hepsini Türklerden çalmışlar. Bir de sesini duyunca tüylerim diken diken olan tarım, kemanem (kamança), hanendem, muğamım var. İzmirdeki Türk duysa hiç birşey anlamaz. Ancak bir fars arkadaşımla oturup hüzünlenebiliyoruz muğamla. Hele Gürcülerin nağara çaldığını görünce, bunların hepsi hırsız diyor milliyetçi. Zaten Ermeniler bizim balabanı da çalımışlar, adını da duduk koymuşlar. Civan Gasparyan bütün dünyayı dudukla geziyor. Kebabımız ne kadar da arabınkinde benziyor. Sakın şu milliyet denen şey, en az Benedict Anderson dediği “hayali cemaatler” kadar sınırları belirsiz olmasın.

Gerçek şu ki, millet kavramı sınırları çok belirsiz kavramdır. Geçişler o kadar bulanıktır ki, “sınır”ın kalınlığı öğenin kendisinden büyük. Hele hele Anadolu ve Kafkas gibi bin bir dilin, kültürün, bin bir türlü insanın yaşadığı sonsuz çeşitlilikte coğrafylarda. Milliyetçilik belki Avrupa emperyal güçlerine karşı kullanlışlı silah olmuştur bir zaman ancak şimdi artık emperyalizmin savaş çıkarmak, tarafları kontrol etmek için kullandığı bir alet, devletlerin de afyon gibi bir ideolojidir. Ermenistanın devlet bütçesi kadar bütçesi olan Azerbaycan ordusu hergün Karabağı Ermeni terorizminden kurtaracağını 20 yıldır avaz avaz bağırıyor. Ama trilyonlarca petro-dolari yiyip üstünü oturan, “nerden buldun bu kadar parayı” diye sormaya kalkışanı da arsızca polisi üstüne süren, ve hatta hapise atacak kadar kokuşmuş rüşvethor devlet sisteminde oturan bürokratlara kimse bir şey soramıyor.

Milliyetçilik gelecek vaat etmiyor. Kapitalizmin soyup soğana çevirdiği, bir tüketim makinesine çevirdiği insanın geleceği için en ufak yol göstermekten acizdir. Milliyetçiliğin tek vaat ettiği kan ve düşmanlıktır.

Ben insanım ilk önce. İzlandalı güzel bir kızla Hollanda barında oturup Belçika birası yudumlarken, popüler olduğu için Buşu eleştiren ancak büyük bir hata yapip Irak işgalini savunan Amerikalıyı haşlamak kadar çok az şey zevk verir bana. Sonra ben doğuluyum. İslam kültürüne aitim ama herhangi bir doğaüstü olguya inancım yoktur, materyalistim. DNA molekülleri arasında hiç ruh, muh genine raslayamadım şimdiye kadar (Tanrı geni vardı bir de değil mi?). Sonra ben kafkaslıyım. Gürcünün şarabı benim için Fransız şarabından daha güzeldir. Kafkas dağının güzelliğini Konyalıya bin kere anlatsam nafile, beni anlayacak olan Çeçen komşumdur. Ben Türk dili grubuna ait bir dil olan Azerbaycancayı/Azericeyi/Azeri türkçesini/Azerbaycan dilini konuşuyorum. Özbekçeyi duyunca Hazarın öte yanında benim aynı dili konuşan insanlar olduğunu duyumsamak mutluluk veriyor. 2000 kilometre ötede, İzmirde anlaşılmak çok güzeldir. Ben bir çok şeyin toplamıyım. Ben hem Mannalıyım, hem Midiyalı, biraz farsım, biraz gürcü, biraz ateşperest, biraz hristyan ve de biraz müslüman, ve de biraz türküm. Ben biraz komunistim, biraz rus, biraz da talış. E ben bunlarin hepsini güzel birisi karışımı: Ben kafkaslı bir azeriyim.

Bir de Orta Asyadan geldik masalı var. Genetik maddenin nerden akıp geldiğinin nasıl bir önemi vardır? Genetik birikimimde “türk” veya “arap” genlerinin daha çok olması mı önemli yoksa şu anda hangi kültüre ait olduğum, komşularımın kim olması, kimlerle kültürel alışveriş içindeyim sorusu mu? Bana ne sibiryada yaşayan Başkurttan. Yanımdaki Talış benim için binlerce kat daha önemlidir.

Sovyet tiranlığı çökünce, nefret ettiğimiz, bize yıllarca zülmeden ideolojiyii bir daha görmemek için mümkün olduğunca uzağına kaçmaya çalıştık doğal olarak. Ve komunizmin en uzağında diye gördüğümüz milliyetçiliğin, köktendinciliğin ve kapitalizmin kucağında bulduk kendimizi.