Saturday, April 19, 2008

Orhan Pamuk - Cevdet bey ve oğullları


Pamukun şimdiye kadar okuduğum en iyi romanı. Daha doğrusu benim için en anlamlı olanı. Bir yarı-Türkiyeli olarak kendimden çok şey bulmamdan kaynaklanıyordur. İlk "Beyaz Kale"sini okumuştum. Okumaya çalışmıştım. Pamuk nobellendikten yıllar önceydi. Bir yerlerden elime geçmişti. Hiç bir şey anlamamıştım. Neden böyle ilgi görüyor bu adam diye de şaşırmıştım. Kitabı yarıda bırakmıştım. Nobel olayından sonra bu fikrimi tekrar gözden geçirmem gerek dedim. Bir görelim bakalım dedim, belki gerçekten bütün dünya birlik olmuş, Türklere karşı komplo kuruyorlar onun için vermişlerdir.

İlk önce "Kar"ı okudum. Yok sarmadı. Yine kitabı yarıda bıraktım. Kar`ın iyi bir roman olmadığı kanısındayım. Yoksa, yoksa ... bütün dünya bizim düşmanımız mı?

Elime İstanbul ve Benim Adım Kırmızıyı geçirdim. İstanbul etkileyiciydi. Kendi hayatı etrafında dönen İstanbul tarihiydi. Kitabın arkasında "övgüler"! kısmındaki, Paris için Proust neyse İstanbul için o kişi Pamuk olmuştur bu romanıyla, eşitlemesi çok geçerli görünmemekte ancak yeteri kadar güzel bir eser. "Benim Adım Kırmızı"yla bütün dünyanın Türklerin düşmanı olduğu inancım yıkıldı bile. Eserin kurgusu sıradışıdır. Betimlemeler çok güzeldi. Pamukun resme ilgisinden kaynaklanıyor olsa gerek olabildiğince ayrıntılı anlatıyor. O kadar ki, bazen sıkılıyorsun. Bu eserle İslam/Osmanlı/doğu resim sanatının kafamda özgün odacığı oluştu.

Ve Cevdet beylere geliyoruz. Sürükleyiciliğine, akıcılığına laf olmayan kitabı çok kısa sürede bitirdim. Sabahın köründe, kahvaltıyla işe gitme arasına sıkışan kısacık zamanlarda okuduğum bile oldu. Çünkü bizi anlatıyordu. Pamuk yine bizim doğu-batı çelişkimize tuz basıyor.

"Alafranga bir aile kurayım dedim, ama sonra hepsi alaturka oldu!" diye düşündü. Bir zamanlar rahmetli ağbsinin yaptığı bir şakayı hatırlayarak güldü: "Sonunda hepsi alafranga olmak isteyen alaturka olurlar ki, bu da alaturkanın kendine özgü bir türüdür” sf. 110

Doğunun çökmüşlüğünü anlatıyor. Çökmüşlerın Batıya hayranlığını..., şekilci bir kopyacılığını, kopyacılığımızı anlatıyor. Türkiyenin çelişkilerini, son yüzyıl tarihini anlatıyor.

Tüccarlığı yerin dibine sokup, sanatçılığı, devrimciliği göklere çıkarıyor. Aile hayatının uyuşukluğunu, oturmalara gitmelerin anlamsızlığını. Aile hayatından pek uzakta olan birisi olarak keyifle okudum bunları. E tüccar da sayılmam.

Osmanlının nasıl Türkiyeye dönüştüğünü kişisel bazda seyrediyorsun. Batı hayrancılığının, şekilciliğinin bir doğu toplumuna neler kaybettirdiğini görüyorsun romanda.

Bol paralı, bolca da anlamsız, bomboş bir hayat nasıl olur sorusuna bir örnek. Şu anda Türkiyede bunun gibi milyonlarca hayat sürükleniyor. Kapitalizmin yetiştirdiği apolitik kuşakla beraber.

Refik, romanın ortasında ama silik bir karakter. Anlamsız hayatına anlam katmaya çalışan bir karakter ama kararsız bir kişilik. Öyle bir anlamsız ki, oğlu Ahmet bile acımasızca eleştirmekten geri kalmıyor. Acaba babasını böyle eleştirebilen bir doğulu mevcut mudur soruyorsun. Keşke Pamuk, Refikten yiyip, Ahmete verseydi biraz. Bu cümleyi açıkla ister: şöyle ki, roman üç kuşağın, dede, baba, torunun hayatını anlatıyor. Cevdet dede, gerisi de malum. Refik ortada bol bol yer kaplamış romanda. Hakkı değil ama. Ahmet sonda 15 dakkalık sahne alabiliyor sadece.

Ara ara durup satır aralarında şunu sordum. Tanrıla vahyetmediğine göre, Pamuk bu romanı kıçından uydurmuş olsa gerek. Yani aslında her karakterin arkasında yazar kendisi olduğunu unutmamak gerek. Peki, Pamuk konuşurken en az hangisinde kendi sesini kısmıştır? Ahmet olsa gerek. Ama Ahmete çok az yer vermişiz, hocam !?

Kaynak: "Cevdet bey ve oğulları", İletişim Yay. 2000